23 Ekim 2021 Cumartesi

Surete Takılan Gözün Ruhuma Yaşattığı Sancılar

"Surete takılmak hamlık eseridir. Surete aldanma, öze bak sen."
                                                                                                          Mevlana 

Eyvallah... Bu cümle,  derinlikli bir tefekkür için ufuk açıcı bir anlam yoğunluğuna sahip gibi görünüyor. Kelimelerin içerisinde barındırdığı rahmani derinliği kavramak için öncelikli olarak “rahmani” olanın neliğini bilmek gerekir. İnsan, bir şeyin kaynağına ulaşmadan, sahip olduğu şeylerin kaynaktan arı duru bir şekilde gelip gelmediğini ya hiç bilemez yahut bildiği bilmediklerinin yanında nazar-ı itibara alınmayacak ölçüde eksik, hatalı ve muğlaktır. 
Günlük yaşamımızda gerek kendimizin gerekse de bizimle yahut başkalarıyla ikili ilişkilere sahip olan herkesin sıklıkla yaptığı veya maruz kaldığı bir şeydir bu; kıt bilgilerle kişi veya şeyler hakkında kanaate sahip olmak. Yahut insanların veya nesnelerin görünür yönlerine bakmak suretiyle onlar hakkında bir hükme varmak. Bir insanın dışsal özelliklerini gözümüzün ucuna tutarak, aslında onun “kendisi” olmasını sağlayan bizatihi niteliklerini göz ardı ettiğimizin farkına varmadan hem de... 
İnsanların çeşitli zamanlarda ya o anın ya geçmişin veyahut geleceğin, kendileriyle ilintili oldukları birtakım durumlar sebebiyle kişide oluşturduğu duygusal etkilerin neticelerine şahit oluruz zaman zaman. Öfkesine şehadet ederiz bir ademoğlunun. Yahut aşırı neşeli bir anında oldukça muzip olduğu halleriyle kesişir yolumuz. Veya çok müteessir, belki de kötümser bir halet-i ruhiye içerisindeyken karşılaşırız onunla. Ya da o veya onlar karşılaşır bizimle. Geçmişin duygular üzerinde oluşturduğu kimi farklı etkileri, zihin dünyamıza diktiği hatıra ağaçları, psikolojimize yansıyan yönleriyle gündelik halimizin dışında zaman zaman “garip” görünümler sergileyebiliriz. Bizi oldukça dengeli bir ruh haliyle özdeşleştiren kimileri için hüzünlenmemiz, öfkelenmemiz, yer yer umutsuzluk nezlesine yakalanmamız, taaccübe şayandır. Yahut kimilerinin cam surat oluşlarını, espri anlayışlarının kıt olduğuna hükmettiğimiz bazı hallerini, tebessüm etmenin kendi anlam dünyalarında adeta bir hasım gibi addedildiğine kanaat getirdiğimiz somurtkanlıklarını ve bütün bunları onlar için karakteristik bir özellik olarak addetmemiz, bir gün olup da gülmelerine şehadet etmemiz ya da bir kahkaha patlatmalarına şahit olmamız, onların belki de ruh dengelerinin bozulduğunu düşünmemiz için yeterli bir sebep sayılabilir. Bir babanın merhamet eseri olan onlarca halinin yanında, evladına bir fiske attığı bir âna tesadüf etmemiz, onun bizim imge dünyamızda “zalim bir baba” olarak yer edinmesi için kâfi gelebilir. Her gün müşterilerine güler yüzle hizmet veren bakkal Ahmet amcamızın, gün gelip de bazı özel sebeplerin ruhuna verdiği sancının yüz hatlarına sirayet eden etkisi sebebiyle asık suratlı olmasını, kendisini ilk defa gören birisinin ona “sevimsiz” vasfını yakıştırmasına yol açması, bu durum özelinde işten bile değildir. 
Örnekler çoğaltılabilir. Bir insanı kendisi yapan özelliklerine tam olarak vukufiyet kesbetmeden verilecek her hüküm eksik ve hatalıdır. Bilgisizlik sonucu yapılan olumlamalar yahut olumsuzlamalar, her biri ayrı ayrı sorunları mündemiç olan ve neticeleri vehamete varan/varabilen halleri doğurabilir. Zalim bir insanın, göz boyamak için yapmış olduğu bir iyiliğin, onun zalimliğini bilmeyenler nezdinde iyi bir insan olduğuna hükmedilmesine vesile kılınması da ters bir örnek olması açısından zikredebilir. Elbette kötü hallerinden vazgeçip kendini ıslah eden bir insanın, geçmişteki olumsuz durumuna bakarak, yeni haliyle yapmış olduğu iyilikleri yok saymak ahlaki değildir. Kastımız, bazı geçici hallerin dikkate alınarak “genel gerçekliğin” dışında varılan eksik ve hatalı kanaatlere örnekler sunmaktır. İnsanı tanımak, anlamak ve onunla bir “an”da kesişebilmek zahmetli ve yorucu bir iş olsa gerektir. Böylesine zahmetli bir işi, hızlı genellemelerle ve aceleci hükümlerle yapıyor olduğunu iddia edebilecek insan çoktur; ancak hakikat çoklukla ölçülemez. Kendi gerçekliğini bilen insan, başkalarının gerçekliğini bilme hususunda aceleci olmaz. Çünkü o kendi zatını uzun yıllar ve tecrübeler eseri bilebilmekte hatta bilemediği, keşfedemediği birçok özelliğinin de farkında olarak yapmaktadır bunu. Dolayısıyla diyebiliriz ki, insan gerek duygu hallerinin gerek hissiyatlarının yansımaları olan kimi durumları gerekse de bedeni arızalarının bir sonucu olan kimi davranışları dikkate alınarak değer tayin edilebilecek basit bir varlık değildir, olamaz. Şekle, birtakım geçici hallere takılıp kaldığımızda, asıldan yani özden uzaklaşırız. Böylece hem kendimize hem de karşımızdaki kişiye veya nesneye gerçek değerini vermeyerek adalet erdeminden uzaklaşmış oluruz. İnsanı kendimizi tanıyarak tanırız. Asli özelliklerimizi, insan olmaklık bakımından var olan değerlerimizi bilerek... Başkalarının değerini ancak o zaman adil bir şekilde teslim edebiliriz. 
Meselenin insana bakan yönlerinin tamamını şöyle bir çırpıda ortaya serebilmek nâmümkündür. Böyle bir iddiaya sahip olmak, zaten yazdıklarımızla çelişmemize neden olur. Ben, kendimin ne kadar idrakindeyim ki senin “kendiliğinin” hakkında net cümleler kurabilme gücünü kendimde bulabileyim? Eğer söyleyeceğimiz söz, varacağımız yargı öze değil de ilineklere dair olacaksa, belki aceleyle birkaç şey sıralamak mümkün olabilir. Burada tam olarak isabet edebildiğimizi ifade edebilmek de öyle kolay görünmemektedir. Bazen olur, zihnimizin dalgın olduğu anlarda yediğimiz veya içtiğimiz şeylerin tadını tam olarak alamayabiliriz. Tatlı bir şeyi, o an içinde bulunduğumuz halet-i ruhiye sebebiyle daha az tatlı yahut tatsız bulabiliriz, bu mümkündür. Ancak buradan yola çıkarak, bir şeyin bizatihi kendisi olan özelliği hakkında da agnostik bir zihnî tutum sergilemenin cevazına delil getirmek imkansızdır. Yani tatlı olan bir şeyin benim tatsız ruh halim sebebiyle olduğundan daha az tatlı yahut tatsız olarak yorumlanması, gerçeğe muhaliftir. Gerçek, o şeyin tatlı olduğudur. Benim o şey hakkındaki hatalı kanaatim, o şeyin gerçekliği hakkında değiştirici bir hükmü gerektirmez. Böyle bir şey aklen imkansızdır. Yani gözleri görmeyen bir kimsenin beni görmeyişi, benim dış dünyada var olmadığım anlamına gelmez. Konumuz açısından meselenin önemi, şeylerin asıl oldukları hallerinin bilinmesinin, gerek duyu organlarının gerekse de akıl durumunun sıhhatli oluşuna bağlı olduğunun anlaşılmasına katkı sunmaktır. 
Bugün geldiğimiz noktada, hayatımızda var olan ve yaşamın devamında kendilerine ihtiyaç duyduğumuz insan ve nesnelerin suretleriyle oyalandığımız gerçeği, asıl olandan ne kadar uzaklaştığımızın adeta hali pür melalidir. Gerek ilişkide olduğumuz insanların gerek yaşamımızı kolaylaştıran teknoloji, gıda, giyim, ulaşım, ilaç vd.  nesnelerin asıl işlevlerinin çok üzerinde bir konum atfedilmesi, hem kendimize hem de onlara yapıyor olduğumuz en büyük kötülüktür; insanların, diğer canlı mahlukatın ve cansız nesnelerin “varlık hakikatlerine” ihanettir. Barınmanın, yeme-içmenin, güven içinde olmanın ötesine geçilerek, neredeyse sonlu birer varlık olduğumuz gerçeğini unuttuğumuz modern zaman ve mekanda, kendini insanlığın sözcüsü konumunda gören, hakiki varlık dengesini kaybetmiş “insan”, artık insanlığından terfi etmek istercesine tanrılık iddiasını her birey özelinde ilan etmeye hazırlanmaktadır. Bununla bağlantılı olarak, insanların tamamına verilecek “sınırsız bir özgürlük hülyası” adı altında, bir avuç seçkinler zümresinin kendi arzu ve isteklerine uygun olarak dizayn etmek istedikleri bir dünyanın eşiğinde olduğumuzu da söyleyebilirim. Kimileri bu iddiayı savunmakta, kimileri gerçekleştirmeye hevesli, kimileri ise bunun tam karşısındadır. Maddenin mana üzerindeki yıkıcı baskısı gün geçtikçe ilerlemekte ve insanın insan olmasını mümkün kılan metafizik boyutuna acımasız bir saldırı gerçekleştirilmektedir. İnsan nefsinin şehvet kuvvesine tapınan, akıl gücünün erdemlerinden bir erdem olan hikmetten uzak bir insan ve dünya tasavvuruna sahip kimi azmanların elinde dünya, adeta bir ihtiraslar geçidine dönüştürülmektedir. Hastalıklı hale gelmiş insan, bu haliyle “esfele sâfilin” çukuruna hızla yuvarlanıyor görünmektedir. Bu olumsuz gidişin ters istikamete dönmesi, yine bahse konu olan insanın kendi özüne vakıf olma yolculuğuna başlamasıyla düşünülebilir. Öncelikli olarak kendisinin kainatta olması gerektiği konumunu idrak etmesi ve bu konumu elde ettikten sonra, kainatı adalet temeli üzerinde yeniden konumlandırması gerekmektedir. Burada maddi bir konumlandırmadan söz etmiyorum. İnsanın Allah katından kendisine bahşedilen “ilahi imar” vazifesini, önce kendi “ben”inde başlatması ve ardından sahip olduğu erdemlerle bulunduğu her yeri mamur kılması, insanın asli ve biricik gayesi olmalıdır. Görünenin ardında var olan hakikati keşif çabası, gündelik yaşamımızın kaliteli, huzurlu ve yaşanılası bir forma kavuşması yanında, geçmişe bırakılan izlerin bu çabanın bir eseri olarak referans alınan birer olumlu tecrübeye dönüştürecektir. Aynı zamanda geleceğin de erdemli bir toplumun ve çevrenin tasavvur edilebildiği, gerçekleştirilebilir bir yeryüzü cennetinin tesisine gebe bir süreç olarak tahayyül edilmesine vesile olacaktır.
Hazdan sonra gelen acıdan, öfkeden sonra gelen pişmanlıktan, tembellikten sonra gelen hayıflanmadan, düşünmeksizin hareket etmekten doğan olumsuz neticelerden, sonlu olduğumuzu unutarak sonsuz bir dünya tasavvuru etmekten doğan sınırsız bir yaşam arzusundan ve bunun bir neticesi olarak yaşanılmaz bir dünyayı meydana getirmekten, geçici hallerin cazibesine kapılmanın sonucu olarak şeylerin “özünü” görememekten, yeryüzünün sahibiy-miş gibi kibirlenip haksızlığa ve zulme sapmaktan; kul olduğumu unutup rablik taslamaktan ve zalimler zümresiyle birlikte cehenneme atılmaktan Aziz, Celil, Kerim, Rahman ve Rahim olan Allah Azze ve Celle’ye sığınırım...
“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet:53)
“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hac:46)

Öz(ün)e dönüş vaktin, hala gelmedi mi?

6 yorum:

  1. Tebrik ederim cok anlamli bir yazı olmuş .Yüregine sağlık hocam

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Gözlerinize nur olsun, yüreğiniz inşirah bulsun inşallah...

      Sil
  2. Kalemine yüreğine sağlık Numan hocam

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eyvallah... Var olun, şükranlarımı arz ederim.

      Sil

Maddi Zamandan Metafizik Zamana Geçiş

Şeyler hakkında sorduğumuz sorular ya o şeyin mahiyeti ya da anlamı hakkındadır. Mahiyete dair sorular, bir şeyin ne olduğuyla ilgili olan o...